Polonya asıllı kimyager ve fizikçi Marie Curie (Maria Salomea Skłodowska); radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki farklı alanda Nobel Ödülü kazanmış bir bilim insanıdır. Marie Curie, tarihte Nobel Ödülü alan ilk kadın olmanın yanı sıra bu ödülü iki kere alan ilk bilim insanı da olmuştur.
Kadınların ikinci planda olduğu bir toplum yapısında kendisine inatla yol açan ve eğitimine devam etmek için Fransa’ya gitmenin bir yolunu bulan Curie; burada da -kadın olmasından kaynaklı- pek çok zorluk yaşamıştır. Marie Curie, 1891 yılında Paris’e geldiğinde ve dönemin en ünlü üniversitesi Sorbonne’da fizik bölümüne kayıt yaptırdığında, okulun 9 bin öğrencisi vardı ve bunların sadece 210’u kadındı.
Üniversite hayatına hem sosyal hem de maddi zorluklarla da olsa devam eden Marie, 1894 yılında başarılı bir fizik öğretmeni olan Pierre Curie’yle tanışacak ve bir yıllık düşünme süresinden sonra da onun evlilik teklifini kabul edecekti.
Marie Curie; 1896 yılında, öğretmenlik sertifikası için girdiği sınavlarını ikincilikle bitirmişti. Sertleştirilmiş çeliklerin manyetizması üzerine yaptığı araştırmalarına yoğunlaşacak ve bu arada ilk göz ağrısı Irene’yi doğuracaktı.
Tanıştığı ünlü bilim insanı Antoine Henri Becquerel’in mineral ve metaller ve özellikle de uranyum üzerine yaptığı araştırmalardan etkilenecek ve o andan itibaren de araştırmalarını radyoaktivite üzerine yoğunlaştıracaktı.
Araştırmaları sonucunda Marie, radyoaktif ışınların, kimyasal bileşimlerden değil; fakat bazı atomların özelliklerinden kaynaklandığı sonucuna ulaşıyordu. Ama önce bunu kanıtlamalıydı. Bunun için de birbirinden farklı elementler içeren tonlarca maden ve kristal karışımını eritmek ve sonra da damıtmak gerekiyordu.
Marie Curie, gece gündüz demeden haftalarca, büyük bir kazanda eritilen cevheri neredeyse kendi boyundaki bir demir kepçeyle karıştırdıktan ve tortuyu ayıkladıktan sonra damıtarak ilk ipucunu yakalamıştı: Söz konusu radyoaktif ışınları bileşimlerden değil, fakat bazı atomların niteliklerinden kaynaklanmaktaydı.
Bu keşfi, Fransız Bilim Akademisi’nde Becquerel tarafından sunulacaktı. Çünkü Bilim Akademisi, bırakalım bir bilim kadınını üye olarak kabul etmeyi; salonunda sunum yapmasına bile izin vermiyordu.
1898 yılında yaptığı keşfi daha da derinleştiren Marie Curie; kocasıyla birlikte tonlarca uraninit cevherini kazanlarda kaynatmak, tortusunu ayıklamak ve sonra da damıtmak suretiyle o güne kadar bilinmeyen ve uranyumdan 400 kat daha fazla ışın yayan bir element keşfetmişti. Bu önemli bir keşifti; ancak esas keşfini bir ay sonra, Aralık 1898’de, uranyumdan 900 kat daha fazla radyoaktif özelliğe sahip Radyum’la yapacaktı.
Bu buluşla birlikte bir anda fiziğin mekanik ilkeleri temelden değişime uğrayacak; atom çekirdeğinin içerdiği enerjinin bilinmesiyle de kimya biliminin çehresi değişecekti.
1903 yılındaysa “Radyoaktif Elementler Üzerine Araştırma” başlıklı doktora tezini başarıyla savunacak; tez, bir yıl içinde 5 farklı dilde 17 baskı yapacaktı.
Bu andan itibaren Marie Curie, “radyoaktif” teriminin “isim babası” olarak da tarihe geçecekti.
Hayatı boyunca bilimsel çalışmalarını sürdürmenin yanı sıra erkek egemen toplumun önyargılarıyla da mücadele eden Marie Curie; 4 Temmuz 1934 sabahının ilk ışıklarıyla birlikte hayata gözlerini yumacaktı. Hayatı boyunca bilimsel araştırmaları için haşır neşir olduğu radyoaktif elementler onu kıskacına almış ve kansere yakalanmasına neden olmuştu.
Büyük bilim insanı Einstein onun için şöyle der: “Kanımca bugüne kadar dünyada bu kadar ünlü ama şöhretin bozamadığı tek insan Marie Curie’dir.”
(Kaynak: Sadık Usta, Fıçılarda Yaşamak/Sıradışı Devrimci Hayatlar, Librum Kitap)